Caner Fidaner'den

Dillerin ayırdığını, sözcükler birleştirir

Su Damlaları

Sen hiç gerçekten ağladın mı?

Kemer’in Liman Caddesi’ne yağmur yağıyor. Evet, yerler ıslanıyor, hatta bölge bölge sular da birikiyor, biriken suların üzerinde eşmerkezli halkalar oluşuyor, hemen yanında bir tane daha, biri kaybolmadan az ötede bir başkası… Ama öyle gümbür gümbür bir yağmur değil bu, hafiften, ürkek bir yağış, birazdan vazgeçiverecekmiş gibi, sanki bir yerlerden etrafa su serpiliyor. Galiba şöyle başlamak daha doğru olacaktı: Kemer’in Liman Caddesi’ne yağmur çiseliyor.

Yüzlerce yıl önce Serez’in esnaf çarşısına da yağmur çiselemişti. Acaba o zaman oraya düşen su damlaları ile bugün buraya düşenler aynı damlalar olabilir mi? Neden olmasın? Eninde sonunda aynı su molekülleri doğada dönüp durmuyor mu? Evet, Serez buraya uzak bir belde sayılır; ama örneğin altı yüz yıl kadar önce, Bedrettin’in bedeninden süzülüp Serez’in esnaf çarşısına düşen damlaların toprağa karışmış olmaları, sonra bir yol bulup Ege Denizi’ne ulaşmış olmaları mümkün. Eh Akdeniz’in bir parçası olan bu damlalar daha sonra pekala bu civarlara gelip buluta dönüşmüş olabilir, belki de şu anda Kemer’de yağan yağmurun içinde bu damlalar da var…

Doğada yer tutan bütün su varlığını bir bütün olarak düşünebilirsin, onun bir parçası dün orada, bugün burada olabilir, ama bu parçalar, en küçükleri bile, yok olmayacaktır. Bu varlığın bir kısmını kendi bedenimizde taşıyoruz yaşadığımız sürece, sonra onu da doğaya geri veriyoruz.

Sen hiç gerçekten ağladın mı? Ama gerçekten? Hani çocuğun canı –örneğin- çikolata çeker de, büyüklerin bu talebini gerçekleştirmesi için ağlar; bağırarak ağlar, çünkü amacı sesini duyurmaktır, talebini iletmektir. Benim dediğim bu çeşit bir ağlama değil. Ya da bir kadın, diyelim ki, kendisini başka türlü duyuramayacağına inandığı için, kocasına yaşlı gözlerle bakma ihtiyacı hisseder; belki ağlayan çocuk kadar ses çıkarmaz, kısık bir sesle ağlar, ama onun da asıl amacı birisinin üzüntüsünü fark etmesini sağlamaktır. Ben bu çeşit ağlamaktan da bahsetmiyorum. Ben başkası değil, kendin için ağlamaktan söz ediyorum.

Ağladığın, başlangıçta dışardan belli olmaz. Önce için dolar, bir şeyler bedeninin üst taraflarına doğru yükselir, soluğun sıklaşır, yüz kasların kasılır, mimiklerin donar. Daha gözyaşları gözlerini kaplamamıştır, ama sen çevreyi fark etmez hale gelirsin, o sırada yalnızca hüznünü görüyor, kederini yaşıyor olursun. Sonra hafifçe sarsılmaya başlarsın, nefesin kontrolünden çıkmıştır. Artık gözlerin gözyaşlarını taşıyamaz hale gelir, yaşlar aşağı doğru taşar, yüzünde kendilerine yollar yaparak koşmaya başlarlar. O zaman kendi sesini de fark edersin, hıçkırma sesini, ağlama sesini; başını önüne eğer, sarsılarak ağlamaya devam edersin, aralarda sık sık ve uzun uzun nefes alma ihtiyacı duyarsın. Bir yandan özgün bir an yaşadığını düşünürsün, ama bir yandan da sana hâlâ bir başkası ağlıyormuş gibi gelmektedir. Bir süre sonra, kim bilir ne kadar süre sonra, durulursun, yüzündeki gözyaşlarını silip atmaya gönlün elvermez, çünkü onlar az önceki yaşantının tanıklarıdır. O sırada çevreni fark etmeye başlarsın, yerde toprak, etrafında ağaçlar, gökyüzünde güneş vardır. En son, ama en son, kendini fark edersin, ama fark edersin…

Ben, İzmir’den Ankara’ya taşınırken, son gün, o mezarın başında gerçekten ağladım.

28/01/2005 - Posted by | Ellilikler-1: Hüzün | ,

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum bırakın