Caner Fidaner'den

Dillerin ayırdığını, sözcükler birleştirir

Kıymatlım

Ferid’anım gözlerini açtı, ardından başının üzerine öylesine atıverdiği kenarları oyalı, ince beyaz başörtüsünü düzeltir gibi yaptı, bir iki perçemini örtünün altına tıkıştırdı. Dokunduğu saç tellerinin birbirlerine yapışmış olduğunu fark etti (açıkta bekleyip nem almış pişmaniye gibi olmuşlar), sonra başına su değdirmeyeli kaç gün olduğunu hatırlamaya çalıştı. (hani oğlan işten izin alıp gelmişti de ben eve kaçmıştım, ne zamandı o?) Kısa bir süre sonra gün hesabından vazgeçti, kendisini mazur gördü. (bitlenmesem bari) Sonra birkaç kez derin nefes aldı ve köşesinde oturduğu, daha doğrusu duvara yaslanarak üzerinde kaykıldığı tahta banktan başlayarak çevresini bir kez daha gözden geçirdi.

Küçük, dört köşe bir yerdi burası, evin mutfağından az büyük bir bekleme salonu. Bütün duvarları, tavanı, hatta tavandan sarkan vantilatörün kanatları bile beyazdı. Bembeyaz. Mermer zeminin üzerinde duran tek eşya kendi oturduğu tahta bank değildi, sol köşede bir de beyaz, metal bir komodin görünüyordu. Üzeri boş, çekmecesinde de sadece eski bir gazete sayfası bulunan bir komodin.

Salonun iki kapısı vardı. Bunlardan biri, tahta bankın dayalı olduğu duvardaki kapı, salonu dış dünyaya bağlıyordu. Temizlik işiyle görevli bey her sabah elinde kova ve paspasla buradan giriyor ve çınlayan bir sesle “Günaydın!” diyordu. O sırada çoktan uyanmış ve tam karşısına denk gelen ikinci kapıya gözlerini dikmiş olan Ferid’anım bu sesle yerinden sıçrıyor, sonra bu sabah da boş bulunmuş olmasına şaşarak gelen beye dönüyor ve “Size de günaydın efendim” diyordu. Ardından bakışlarını tekrar karşısındaki kapıya çevirip koca harflerle yazılmış o iki sözcüğü içinden bir kez daha okuyordu: Yoğun Bakım. Zaman zaman arkasından seslerin de geldiği o kapı sürekli gözlemesi gerekiyordu. Çünkü günde iki, bazen üç kez oradan bir hemşire çıkıyor, Ferid’anıma adıyla sesleniyor ve son durum hakkında bilgi veriyordu. Salonun duvarında büyük bir saat asılıydı, hep on ikiyi beş geçen o saatin kadranında bir kelime yazıyordu ama Ferid’anım içinde bilmediği harfler olan o kelimeyi hâlâ çözememişti.

Ferid’anım yine ikinci kapıya bakıyordu hemen hemen hiç kıpırdamadan. Biraz sonra yorulup kaykılmaya başladı. Sonra evden getirdiği ve boynu ile duvar arasında duran kırlenti yavaşça düzeltti. Gözleri hafifçe kapanıyordu.

Nereden geldiğini anlayamadığı bir ses ile gözlerini araladı. Baktı, tam karşısındaki kapı kolu hareket ediyor. Önce kol birkaç kez aşağı yukarı oynadı, sonra kapı hiç ses çıkarmadan aralandı. (bizim yüklüğün girişindeki gibi gıcırdıyor) Kapı açıldı, aralıktan bir yüz göründü. Ama hayır, bu hemşirenin yüzü değildi. Az sonra üzerinde pijamalarıyla bir erkek görüntüsü belirginleşti. Ferid’anım -hâlâ tam uyanamadığı için olacak- gözlerini kırpıştırıyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Fakat içinin şaşkınlık, telaş ya da heyecan ile değil, sükûnet ile dolduğunu hissediyordu. Elini kolunu kaldırmasına izin vermeyen bir huzur ile. Hep o kapının açılmasını, o yüzün ortaya çıkmasını beklermiş gibi hareketsiz kalmış, olanı biteni izliyordu. Sonra gülümseyerek fısıldadı: “Hasan bey?” Çıkan ses o kadar zayıftı ki sanki bu sözcükler biri duysun diye değil de öylesine söylenmişti. Kapı iyice açıldı, artık tümüyle görünen adamın çubuklu pijamaları ütülenmiş gibi düzgündü. Ferid’anım o pijamaları ütülerken burnuna gelen pamuk kokusunu nasıl olup da şu anda aynı şekilde hissetmeye başladığını düşündü. Adamın kendisine yaklaştığını, yanına oturduğunu gördü. Heyecanlandı. Bir süre öylece durdular. Sonra adam Ferid’anımın ellerini tuttu. Ardından kulağına eğildi; “Kıymatlım, çok yoruldun, sağol” diye fısıldadı. Dışarıdan fark edilemiyordu ama Ferid’anımın kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Konuşmadan, duruşlarını değiştirmeden epey bir oturdular. Sonra adam ayağa kalktı, gözlerinin içine bakarak Ferid’anımın ellerini kendi ellerinin arasına aldı, beyaz örtüyü geriye doğru itip saçlarını okşadı, ağzından “İpek saçlım” sözleri döküldü. Ferid’anımı alnından, yanaklarından öptü. Duvardaki saat on ikiyi beş geçiyordu.

Adam ayakta durdu. Elinde nereden çıktığı belli olmayan bir nüfus cüzdanı vardı, onu Ferid’anımın kucağına koydu yavaşça. Sonra cebinden kalın, altın bir alyans çıkardı. Onu da kendisine soru soran gözlerle bakan Ferid’anımın avuçlarına bıraktı. Ardından “Bunlar artık bana lazım değil, onlara sen sahip çıkacaksın” dedi. Sonra bankın yanındaki kapıya yöneldi; “Sağol Ferid’anım, sen olmasaydın…” diye başladığı cümlesini tamamlamadan kapıyı açtı, çıktı (ben de çıkayım o kapıdan). O an Ferid’anımın yüzündeki gülümseme silindi, onun yerini gerginlik aldı (gidemem ah gidemem).

Aradan kim bilir ne kadar zaman geçmişti ki her sabah neşeli beyin geldiği kapıdan bu kez oğul girdi. Az önce telefonla aldığı haber yüzünden suratı allak bullaktı. Koşup sarılmadan önce bir an durdu, annesine baktı. Ferid’anım oturduğu bankta anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak öne arkaya yavaş yavaş sallanıyordu. Elleri kucağındaydı, avucunda mavi bir nüfus cüzdanı, yanında da kalın bir alyans vardı.

Saat on ikiyi beş geçiyordu.

.

Caner Fidaner

02/05/2011 - Posted by | Öyküler | , ,

4 Yorum »

  1. Sevgili Caner
    Bize böylesine güzel öyküler kazandırdığın için çok teşekkürler
    Kobaner

    Yorum tarafından mehmet kobaner | 02/05/2011 | Cevapla

  2. Sağol hocam, teveccühün için… Sevinçler paylaşıldıkça çoğalıyor, acılar da paylaşıldıkça katlanılır hale geliyor.

    Yorum tarafından canerfidaner | 02/05/2011 | Cevapla

  3. Caner, kalemine sağlık! Bir gün hepimiz önce yalnız kalacağız, sonra sevdiğimizin ardından gideceğiz. Aşkı ve dostluğu birlikte yaşadığımız hayat arkadaşımızla buluşacağız. Yaşanmışlıkların bize vereceği mutluluğu kaçırmamak için anı yaşamaya bakalım.

    Yorum tarafından can çirişoğlu | 02/05/2011 | Cevapla

    • Sağol sevgili arkadaşım. Aslında hepimiz yalnız kalmayacağız, bazılarımız önden gidecek çünkü! 😎 Ama an’ı yaşamak gerektiği konusunda sana sonuna kadar katılıyorum.

      Yorum tarafından canerfidaner | 02/05/2011 | Cevapla


mehmet kobaner için bir cevap yazın Cevabı iptal et