Caner Fidaner'den

Dillerin ayırdığını, sözcükler birleştirir

Rilke Ronda’da

HotelReinaVictoria-BahcedekiRilkeAniti-60X96

Ronda, Hotel Reina Victoria’nın bahçesindeki Rilke anıtı

Ronda’dan, daha doğrusu Endülüs’ten eve döner dönmez kütüphaneme koştum. Rafları aceleyle taradım, otuz iki yıl önce alıp okuduğum, boş yerlerine desenler çizdiğimi hayal meyal hatırladığım Duino Ağıtları’nı buldum. Evet, Ronda’dan manzaralar çizmiştim aralara, ama bu nasıl olmuştu? O zamanlar bu kasabayı görmemiştim ki? En ayrıntılı desen son sayfadaydı: Çok, ama çok derin bir vadinin iki yakası. Sağ yakanın tepesinde bir adam rüzgâra karşı ayakta duruyor, koltuğunun altında bir kitap var. Belli ki o derin vadi ‘Ronda yarığı’ denen yer, kitaplı adam ise birkaç gün önce heykelinin fotoğrafını çektiğim Rilke idi.

Bir kitabın bendeki nüshasının bana ait olması için onu satın almam yetmez, orasını burasını yaza çize okumuş olmam gerekir. Böylece bir zaman sonra kitabı tekrar elime aldığımda bulduğum notlar kendimi tanımamı sağlayan birer ipucu olur. Duino Ağıtları’na yaptığım desenler ise bundan farklıydı. Görmediğim yerin manzaralarını nasıl çizebilmiştim? Bu yalnızca bir raslantı mıydı, yoksa ‘Zaman düz bir çizgide yol almaz’ diyen Prenses Marie haklı mıydı? Zamanın sürekliliği dediğimiz kavram zihnimizin bir yanılgısı mıydı?

Ronda - Yeni Köprü

Ronda – Yeni Köprü

Endülüs gezisi için ilk yaptığım planda yalnızca Sevilla, Kordoba, Granada gibi bilindik kentler vardı, salık veren arkadaşlar olduğu için sonradan Ronda’yı da rotama eklemiştim. Nisan ayının son haftasında gittiğim İspanya’da kiraladığım araba ile Endülüs’ün büyük kısmını gezdim. Sonra deniz kıyısındaki Marbella’dan Ronda’ya doğru yola çıktım. Katedeceğim mesafe altmış kilometre kadardı, fakat önümde yüksekliği yedi yüz metreyi aşan bir dağ uzanıyordu. Döne döne tırmandığım için yavaş gidiyordum. Yükseğe çıktıkça hava soğumaya başladı. Yolun yarısını geçtiğimde alacakaranlık çökmüştü. Ara ara kar serpiştirdiğini görüp şaşırdım. Ronda’ya, Kraliçe Victoria Oteli’ne ulaştığımda etraf bayağı kararmıştı.

Otele girer girmez fark ettim ki enikonu yorulmuşum, bir an önce odama çıkıp yatmak istiyor, başka şeylere bakmıyordum. Ancak resepsiyondaki genç kadının abartılı kıyafeti ilgimi çekti, daha çok yüz yıl öncesinin balo salonlarına yakışacak kabarık etekli, her yanı süslü bir elbise giymişti çünkü. Yuvarlak, sevimli yüzünün iki yanından bukleler sarkan genç kadın bana gururlu bir saygı ifadesiyle bakıyordu. Başında bir yerlerine süsler iliştirilmiş, kabarık bir peruk vardı. Şaka yollu, “Yoksa kapıda adı yazan kraliçe ile mi müşerref oluyorum?” dedim. Ben sadece gülümsemesini beklerken o karşıma geldi, iki elini önünde birleştirdi, kibar bir reveransla cevap verdi: “Hayır efendim, bendeniz Prenses Marie.” Ben de hafifçe belimi kırıp başımı eğerek adımı söyledim. Az sonra anahtarımı almış, 207 numaralı odaya çıkmıştım. Aklım hâlâ resepsiyondaki kadındaydı. Yüzü bana bildiğim birini hatırlatıyordu, ancak kimi, çıkaramadım.

Sabah sağlıklı dağ havasını içime çekeyim diye odamın penceresini açtığımda bir ayaz dalgası yüzümü yalayıp geçti. Hemen ardından gözlerimin önüne serilen manzara ise nefes kesiciydi. Otelin üzerinde bulunduğu tepe ileriye doğru alçalarak devam ederken sağ yamaç bıçakla kesilmiş bir pasta gibi dik bir inişle aşağıdaki yayla ile birleşiyordu. Uzakta, tepenin üzerinde ise birkaç sıra halinde dizilmiş beyaz evler görünüyordu. Arka plandaki dağ sıraları tabloyu tamamlıyordu. Ronda’nın ünlü uçurumu idi karşımdaki. Pencerenin önüne çakılıp kalmıştım. Hem manzara beni çarpmıştı, hem de defalarca burada durup bu manzarayı seyretmiş gibi hissediyordum kendimi.

Hotel Reina Victoria, Ronda, 1912

Hotel Reina Victoria, Ronda, 1912

O sırada odadaki telefondan resepsiyona davet edildim, hemen indim. Resepsiyonda duran ceketli, kravatlı genç adam otele girdiğim saatte beni göremediği için özür diledi ve pasaportumu istedi. Dün geceki Prenses Marie’yi sordum, görevli bana kuşkuyla baktı, “Gece boyu burada ben çalışıyordum, o isimde birini tanımıyorum,” dedi. Şaşırdım ama acıkmış olduğum için üstelemeyip kahvaltı salonuna yöneldim. Sade, ferah ve rahat görünen salonun sadece üç beş masası doluydu. Baktım, tek başına oturan bir kadın bana el sallıyor. Yanına gittim, gündelik fakat pahalı olduğu anlaşılan giysileriyle Prenses Marie idi beni çağıran. Karşısına oturdum; “Günaydın. Resepsiyon görevlisi sizi tanımıyor, neden?” Omuzunu silkti, “Ben sadece yardım ettim ona. Meraklı bir gezginsiniz anlaşılan. Eminim biliyorsunuz, burada şair Rilke de kalmıştı, Rainer Maria Rilke yani. Otelin ismiyle ilgilenmiştiniz dün gece. Her ne kadar bu oteli İngilizler yaptıysa da adındaki ‘Victoria’ İngiltere kraliçesi değil, adaşı da olan torunu. 1906’da İspanya kralı Alfonso ile evlenip kraliçe oldu küçük Victoria, aynı yıl açıldığından bu otele de onun adını verdiler. O sıralarda Cebelitarık çevresinde çok sayıda İngiliz askeri vardı, onların Endülüs’ün içlerini gezip dolaşabilmeleri için inşa edilmiş otellerden biriydi burası.” Sözünü kesip, “Ya siz,” dedim, “Siz de Duino Şatosu’nun sahibesi Prenses Marie ile aynı adı taşıyorsunuz?” Güldü, “Bu sizi rahatlatacaksa, ‘O Prenses Marie benim büyük-büyükannem olur’ diyeyim. Ben de Rilke hayranıyım, onun gibi. Bu yüzden burası benim için özel bir yer. Rilke, Ağıtların ilk beşini Duino’da, bizim şatoda kaleme almıştı. Ancak Altıncı Ağıt’ı bu otelde yazdı, hatta yedincisinin ilk satırlarını da. Kahvaltımızı bitirelim, size bu otelde Rilke’den neler kalmış, göstereyim.”

Giriş katındaki koridorlardan birinin sonunda camla ayrılmış bir bölme vardı, arkasında da bazı mobilyalar. Raflarında kitaplar olan bir kütüphane, bir yazı masası ile üzerinde yazı takımları, iki üç koltuk. Hepsi dip dibe yerleştirilmişti. Prenses Marie, “İşte Rilke köşesi,” dedi. “Ama gördüğünüz gibi bu eşyaların kimin olduğunu açıklayan bir pano bile yok etrafta.” Sonra bahçeye çıktık. Palmiyelerin, büyük ağaçların, sarmaşıkların, çiçek tarhlarının aralarına banklar konmuştu. Bahçenin bir köşesi sabah odamın penceresinden gördüğüm uçuruma bakıyordu. Tam oraya Rilke’yi ayakta, koltuğunun altında bir kitap ile gösteren bir anıt-heykel yapılmıştı. Anıtın bir köşesinde 1966 tarihi okunuyordu. Burada bir iki fotoğraf çektim. Sonra Prenses, “Bugün şehri kendi başınıza dolaşmayı tercih edersiniz sanırım. Daha sonra buluşsak iyi olur, çünkü size göstermek istediğim bazı belgeler var. Yeni Köprü’nün oralarda sizi bulurum,” diyerek ayrıldı.

Otel kasabanın yukarı bölümünde, geniş bahçeli villaların arasındaydı. Ana caddeden güneye, merkeze doğru inmeye başladım. Bir süre sonra baktım, iki yanımda orta halli evler ve mağazalar var. Sonra caddenin kalabalıklaştığı, turistlere hediyelik eşya satan dükkânların çoğaldığı yere, merkeze geldim. Büyük bir turist grubu ile birlikte arenanın önüne ulaştım ve bu şehrin iki yüz yıl önce boğa güreşlerinin ortaya çıktığı yer olarak da bilindiğini hatırladım. Daha İspanya’yı hiç görmediği yıllarda boğa güreşi üzerine şiir yazmış olan Rilke bu arenayı da gezmiş olmalıydı. Eskiden spor sayılan bu seyirlik dövüşler artık gözden düşmüş, hatta İspanya’nın birçok bölgesinde yasaklanmış, arenalar da birer müzeye dönüşmüştü.

Güneye doğru yürümeye devam ettim. Çevremde turistler artmıştı, kimisi hediyelik eşya dükkânlarına girip çıkıyor, kimisi de ellerindeki gezi kitaplarını inceliyordu. Bir ara Yeni Köprü’ye geldiğimi fark ettim. Ronda’nın içinden geçen derin yarığın iki yakasını birleştiren üç köprüden en çok kullanılanı buydu. Yapılalı iki yüz yirmi yıl olmuştu ama adı ‘yeni’ olarak kalmıştı. Köprünün ortasından ileriye, beyaz evlerden oluşan mahalleye baktım. Sonra ‘Uçurumun dibini görebilir miyim acaba?’ diye düşünerek köprünün korkuluklarından aşağıya eğildim. Yarık dar ve uzun bir V harfi gibi dibe doğru iniyordu. Yüz yirmi metre aşağıda, en dipte mavi bir çizgi halinde akan Guadalevin nehri görünüyordu. Bu korkutucu görüntü düşme ile ilgili anılarımı çağrıştırıyordu. Bir şeylerden kaçtığımız sıkıntılı rüyalar geldi aklıma, hani yolun sonunda bir yere sıkışırız. Geri dönemeyiz, önümüzde uçurum vardır. sonra o uçuruma düştüğümüzü hisseder, nefes nefese uyanırız. Burası da öyle, ölümü hatırlatan bir yerdi.

Köprünün sonundaki kafelerden birine oturdum. Bir yandan karşıdan gelen uzakdoğulu turist grubuna bakıyor, bir yandan Ronda ile Rilke’nin hayatıma nasıl birden bire girdiğini düşünüyordum. Az sonra Prenses Marie gelip karşıma oturdu. Bu kez çiçekli bir elbise vardı üstünde. Bir şey söylemeden elindeki dosyadan sarı kağıda el yazısıyla yazılmış birkaç mektup çıkardı. Elimi uzattım, Prenses elindekileri geri çekerek, “Özür dilerim. Bunların benim için ne kadar değerli olduğunu takdir edersiniz. Bebeğim gibidirler,” dedi. Sonra ekledi, “Rilke’nin Ronda’dan yazdıkları. İlk mektup 17 Aralık tarihli, içinde ‘bir haftadır buradayım’ dediğine göre buraya geliş tarihi 10 Aralık 1912 olmalı. Bu özgün belgeleri kimseye emanet edemem. Bu yüzden size vermek için çevirilerini getirdim”. Dosyadan bir başka zarf çıkardı, bana uzattı, fakat onu açmama fırsat vermeden devam etti, “Şimdi sizi Ronda’nın çok ilginç bir başka yerine götüreceğim, güzel bir bahçe ile onun içindeki uzun merdivenle inilen su kaynağı.”

Arap Kral'ın Evi ve Bahçesi

Arap Kral’ın Evi ve Bahçesi

Prenses Marie önden gidiyor, ben onu izliyordum. Arka sokaklara daldık. Biraz sonra uçurumun hemen yanında bulduk kendimizi. Soldaki binada bir tabela vardı, üzerinde ‘Arap kralın evi’ yazıyordu. Kapıdan girdik, derin vadinin hemen yamacında kat kat düzenlenmiş bir bahçeydi burası. Etrafımızda havuzlar, çeşmeler, çiçek tarhları, yeşil çardaklar vardı. Bahçenin her köşesi, üzerlerindeki desenlerde dalların, yaprakların birbirine sarıldığı fayanslarla bezenmişti. Bir masalın içine girmiş gibiydik.

Prenses Marie, “Adına aldanmayın,” dedi, “Burada hiçbir zaman bir Arap kral oturmadı. Ev on sekizinci yüzyılda inşa edildi, bahçe ise Fransız mimar Forestier‘nin eseri, yapıldığı yıl 1912. Şimdi bahçenin uzak köşesine gideceğiz, oradan aşağıya, su kaynağına ineceğiz.”

Mağara gibi oyulmuş bir boşluktan başlayan dar, yüksek basamaklarla aşağı doğru inmeye başladık. Kıvrılan bir oluğun içinde yürür gibiydik. Etrafımız sarmaşıklarla kaplıydı. Yorulunca bir genişlikte durduk, taşlara oturduk.

Prenses anlattı, “Dipte bir su kaynağı var. Anlatılanlar doğruysa ilk yapıldığında üç yüz altmış beş basamak varmış burada, her güne bir tane, ama bugün bunlardan iki yüz elli kadarı kalmış. Bu şehir uzun süre Sevilla’daki Katolik hükümdar ile Granada’daki Müslüman emir’in arasındaki sınırın üzerinde kalmış, zaman zaman el değiştirmiş. Ronda’nın egemenleri bu su kaynağını titizlikle gizlemişler. Hikâyeye göre her basamakta bir köle durur, kovaları elden ele geçirerek yukarıya, efendilere su gönderirlermiş.”

Bir süre sessizce oturduk. “Meraklı Rilke, onun geldiği yıl yapılmış bahçeyi mutlaka duymuştur, buraya da gelmiştir,” dedim. Sonra devam ettim, “Derinlerden su çıkarma işi Rilke’nin şiirlerini incelemeye benziyor. Yukarıdaki bahçede oturmak, basamaklardan manzara seyretmek güzel. Fazla düşünmeden okusak da Rilke’nin şiirlerinden zevk alırız. Kimileri bununla yetinebilir, kimi okur ise dizeler, hatta sözcükler üzerine kafa yorar, derinlere iner. Bir şiirin kaynağına kadar inmek, suyu oradan içmek… Bunu becerebilenler için büyük keyif.”

Ronda’da iki gün daha kaldım. Son akşam Prenses beni yemeğe davet etti. Arapların ve katoliklerin katkısıyla melez bir Endülüs mutfağı ortaya çıkmış. Yüzlerce yıldır ustalıkla pişirilen sığır etlerine Katolik krallar döneminde jambon çeşitleri eklenmiş. Buralar Akdeniz’in bir parçası, zeytini, zeytinyağını ve yerel şarapları unutmamak gerek. Prenses’in seçtiği lokanta Endülüs’ün bütün bu tatlarını beyaz örtülü masalarda ustaca sunuyordu. Masalar doluydu. Garsonlar herkese ama özellikle siyah bir gece elbisesi giymiş olan Prenses’e çok kibar davranıyorlardı.

Sohbetimiz yine Rilke ile başladı. Prenses’in, “Duino Ağıtları’nı ilk ne zaman okumuştunuz?” sorusuna verdiğim cevap yüksek sesle düşünmek gibiydi benim için.

“Çok oluyor. Bir süre hayatımın aşkı olmuş kişiden fırtınalı bir şekilde ayrılmıştım. Onsuz yaşamaya henüz alışamamıştım. İş yerime zoraki gidiyor, sadece mecbur olduğum işleri yapıp eve geliyor, bol bol uyuyordum. Tabii bir de kitap okuyordum. Şiirler, filan. Ağıtları da o sıralarda döne döne, bazı dizelerin altını çizerek okuduğumu hatırlıyorum. Ha, galiba aralardaki boş sayfalara da resimler çizmiştim.”

Prenses sözümü kesti, “Resimler mi? Bakın bu ilginç. Neler çizmiştiniz?”

“Şey, bilmem ki, hatırlamıyorum. Prensesim, benim kafamı kurcalayan başka bir şey var. Bu yolculukta o kadar çok raslantı bir araya geldi ki. Her yeri önceden görmüşüm gibi geliyor, şu lokantaya bile defalarca gelmişim sanki. Sizin de yıllardır tanıdığım bir yüzünüz var. Biliyor musunuz, onay belgesine baktım, Kraliçe Victoria Oteli’ndeki rezervasyonumu internetten 10 Aralık 2012 günü yapmışım. Yani Rilke’nin Ronda’ya gelişinden tam yüz yıl sonra. Günü gününe. Herhalde bir rastlantı bu.”

Prenses Marie von Thurn und Taxis - ve - Rilke

Prenses Marie von Thurn und Taxis – ve – Rilke

Prenses gülümsedi, “Olabilir.” dedi. Bir süre sustu. Sonra sorgu dolu bakışlarıma dayanamayıp anlatmaya başladı. “İnsan güvenli bir dünyada yaşamak istediğinden, yani neyin arkasından ne gelecek bilmek istediğinden neden – sonuç ilişkilerine çok meraklıdır. Bilim dedikleri o koca sistem sadece bunun için var. İnsanlar düzenli bir evrende yaşadıklarını düşünsünler de içleri rahat etsin diye.” 

İlgiyle dinliyordum, sözlerin arkası da geldi. “Evet, gerçekten tutarlı bazı neden sonuç ilişkileri gözleniyor. Fakat bunlar evrende olup bitenin çok küçük bir bölümü. Bir de düzenli bir evren için zamanın doğrusal olduğunu kabul etmek zorundasınız. Ama belki de öyle değildir.”

Dayanamadım, “Nasıl yani, zaman doğrusal olmayabilir mi? O zaman ‘önce’, ‘şimdi’, ‘sonra’ gibi sözcüklerin hiçbir anlamı kalmaz?” dedim.

Prenses gözlerimin içine bakarak devam etti. “İşte insan zihninin temel yanılgısı bu, zamanı yalnızca ardarda gelen anlar olarak düşünmek. Bir an için zamanın tek boyutlu, yani çizgisel olmadığını kabul edin.”

Beyaz kumaş peçeteyi aldı, masanın üzerine yaydı, sonra peçetenin birbirine uzak iki köşesini gösterdi. “Şu iki nokta iki farklı an olsun. Zaman tek boyutlu ise bunların birinden ötekine gitmek için köşegenin üzerinden yürümek gerekir. Yok eğer zaman çok boyutlu ise işte böyle, peçeteyi katlayarak iki köşeyi yanyana getirebiliriz.”

Biraz soluklandı, bu dediğini anladığımı düşünmüş olacak ki sözlerini sürdürdü: “Hatta… Boyut sayısı artınca sadece iki noktayı değil, çok sayıda noktayı da bir araya getirmek mümkün olabilir.” Peçeteyi yeniden masaya yaydı, bohça yapar gibi dört köşesini ortada birleştirdi; “İşte böyle. Üçüncü boyutu kullanabildiğimizde köşeler kolayca yan yana gelebiliyor. Zaman için de böyle. Bir üst boyuttan bakabilirseniz Rilke’nin buraya gelişi ile sizin o resimleri çizdiğiniz günler, hatta Ronda geziniz… Aynı noktada çakışan anlar olabilir. Demek ki önce sandığımız şey aslında sonra ortaya çıkmış olabilir. Kitabınızdaki o çizgiler de belki bu yolculuğun sonucudur?”

Yemekten sonra her yeri aydınlatan dolunayın altında otele yürüdük. Ben hâlâ sohbetimizi düşünüyordum. Yolun çoğunu sessizce gittikten sonra sordum, “Siz, gerçekte hangi Prenses Marie’siniz?” Cevap gelmedi. Ben de otele kadar bir daha ağzımı açmadım. Yine de binaya girmeden, bahçede oturmayı teklif edecek cesareti buldum kendimde. İyi de oldu, teklifim kabul gördü çünkü.

Ben önden gidip bahçeye çıktım. Ay ışığında palmiyeler bir rüya sahnesi gibiydi. Rilke heykelinin yanındaki banka oturdum. Biraz sonra Prenses Marie omuzuna aldığı siyah şalıyla geldi, yanıma oturdu.

“Size sormak istediğim bir şey daha var,” dedim, “Benim bu Ronda ziyaretimin hâlâ fark edemediğim bir sebebi var mı?”

Prenses yanıtladı, “Mümkündür.” Sonra açıkladı, “Rilke’nin uzun süre içinde yaşadığı 207 numaralı oda geçen yıla kadar küçük bir müze gibi düzenlenmişti, içinde Rilke’nin kullandığı mobilyalar, kitaplar bulunan bir anı mekânı halindeydi. Fakat son tadilatta orası düz bir oda oldu. 207 numaranın yeniden Rilke’yi hatırlatan bir yer olmasını istemez misiniz? Sevenleri gelsin, orayı gezsin. Bu konuda bana yardımcı olabilirsiniz.”

Başımı salladım, “Anlıyorum. Böyle bir şeyi isterim gerçekten. Ama bunun için ne yapabilirim ki?”

“Örneğin bir hikâye yazarak okuyanların bu durumdan haberdar olmasını sağlayabilirsiniz.”

Tereddütle cevap verdim: “Bilmem ki, bunu yapabilir miyim gerçekten?”

Prenses gülümseyerek ayağa kalktı. Bir yandan veda etmek üzere öpmem için elini uzatırken bir yandan da kulağıma eğildi, fısıldadı, “Endişe etmenize gerek yok, yazdınız bile o hikâyeyi.”

.

Caner Fidaner

08/09/2014 - Posted by | Yol Masalları, Şiirler/Şairler | , , , , ,

7 Yorum »

  1. Okurken Woody Allen’ın, Midnight in Parisinde ki ‘Gil’ karakteri geldi aklıma… Okurken kafamın içinde görsel bir şölen yaşadım..Tebrikler..

    Yorum tarafından Nilden Ersoy | 15/09/2014 | Cevapla

    • Çok teşekkür ediyorum bu güzel sözler için. 🙂

      Yorum tarafından canerfidaner | 15/09/2014 | Cevapla

  2. Caner bey Kısa ama tadı pek de hoş olan oykulerinizi okuyorum.orada kendi kuşağımın yansimalarini görmek iyi geliyor. Sizden bir ricam var.uzun zamandır üçüncü bahar mail yazışmalarını alamıyorum.muhtemelen yanlış bir şey yaptım.bilgisayara tam hakim değilim.bunun düzeltilmesi için yardımcı olursanız değineceğim.aynı zamanda ben asuman boyacigillerin ablası da oluyorum. Teşekkürler. Cemile Yalabik.

    Yorum tarafından Cemile Yalabik | 15/09/2014 | Cevapla

    • Teşekkürler Cemile, yazdıklarım hakkındaki güzel sözlerin için. 🙂
      Öteki problemi düzeltecek arkadaşa da e-posta ile ricada bulundum. Orada senin bir kusurun yok, grup olarak kullandığımız ana bilgisayar çökünce listenin adı ve ev sahibi değişti. 🙂
      Caner

      Yorum tarafından canerfidaner | 15/09/2014 | Cevapla

  3. Daha yeni okudum ve şimdiye kadar okuduğum öykülerin içinde kendi adıma ilk sıraya yerleştirdim. Elbette ki şimdilik kaydıyla. Tebrikler kelimesinin güzçsüz kaldığı anlardan bir şimdi.

    Yorum tarafından Nilgün yürük | 15/11/2014 | Cevapla

    • Çok sağ ol sevgili Nilgün. Beni ihya ettin. 🙂 Usta’nın dediğine benzeterek söylersek, “En güzel öykü, henüz yazılmamış olandır.” 😉

      Yorum tarafından canerfidaner | 15/11/2014 | Cevapla

  4. Uzun zaman oldu okuyamıyordum. Son Zeus hatırlatmaları ile tekrar başladım. Çok keyifli, aklımı daldan dala uçuruyor.

    Yorum tarafından Yılmaz Ata | 26/03/2022 | Cevapla


Cemile Yalabik için bir cevap yazın Cevabı iptal et